Ekim 23, 2023

Okuyucudan Yazara Gönderilmemiş Bir Yorum (14)

Bir kitap aldım çünkü arka kapağında şöyle yazıyordu: 

"Umberto Eco, bu kez bir kuramcıdan çok, iyi bir okur kimliğiyle çıkıyor karşımıza. Kırmızı Şapkalı Kız masalından Nerval'in Sylvie'sine, Dumas'ın Üç Silahşörü'nden Tolstoy'un Savaş ve Barış'ına, Kafka'nın Dönüşüm'ünden Agahta Christie'nin polisiyelerine bir anlatı ormanının gizleri arasındaki gezintide okurlarına yol arkadaşlığı yapıyor."

Okumaya başlar başlamaz heyecanlandım, bizden bahsediyordu. Okur ve yazar'dan yani. 

1. Yazı: Ormana Girmek

"Bu noktada, daha önceki kitaplarımda geliştirmiş olduğum iki kavrama değinmem gerekiyor: Bunlar, Örnek Okur ile Örnek Yazar kavramı çiftidir.

Bir öykünün Örnek Okuru, Ampirik Okur değildir. Bir metni okuduğumuzda, ampirik okur biziz, ben, siz, başka herhangi biri... Ampirik okur metni birçok biçimde okuyabilir, üstelik ona nasıl okuması gerektiğini belirtecek bir yasa da yoktur; çünkü çoğunlukla bu okur, metni, metnin dışından gelen ya da metnin onda rastlantısal olarak uyandırdığı tutkularının bir mahfazası gibi kullanır. 

Derin bir üzüntü yaşadığınız bir sırada, bir komedi filmi gördüyseniz, kişinin böyle bir durumda eğlenmesinin çok güç olduğunu bilirsiniz, bununla da kalmaz, aynı filmi yıllar sonra yeniden görüp, gene gülemeyebilirsiniz, çünkü her görüntü size ilk deneyimizdeki üzüntüyü anımsatacaktır. Belli ki, ampirik seyirciler olarak filmi yanlış bir biçimde "okumaktasınızdır". 

Ama neye göre yanlış? Yönetmenin düşünmüş olduğu seyirci tipine göre gülmeye ve kendisini doğrudan içine çekmeyen bir öyküyü izlemeye hazır bir seyirciye göre. Bu tür seyirciye (ya da bu tür kitap okuruna) Örnek Okur adını veriyorum. Metnin, işbirliğine gidecek biri olarak öngörmekle kalmayıp, aynı zamanda yaratmaya çalıştığı bir okur tipi. 

Bir metin "Bir varmış bir yokmuş" ile başlıyorsa kendi örnek okurunu hemen seçtiğine dair bir işaret göndermiş olur: Bu okur ya bir çocuk olmalıdır ya da sağduyunun ötesine giden bir öyküyü kabul etmeye hazır birisi."

Böyle güzel cümleler işte Umberto Eco'nun yazdıkları. Devamında daha neler söyleyecek merak ediyorum. Hatta en çok "Örnek Yazar" için neler diyecek, en çok onu merak ediyorum. 

Sen de heyecanlandın değil mi Ey Yazar?

Ekim 19, 2023

Okuyucudan Yazara Gönderilmemiş Bir Yorum (13)

Diyelim ki, bir hikaye yazdım. O hikayede serin bir sabah var. Güvercin kanadı renginde bulutlar var. 

Sigara içen bir adam var. Pencereden bakan bir kadın, sıkılan bir çocuk, uyuyan bir kedi var. Ama bunların hepsi ayrı ayrı mekanlarda. 

Kedi kıvrım kıvrım olmuş, belki biraz üşüyor. Çocuğu artık yaramazlık yapmak da kesmiyor, gündüz vakti düşler içinde. Kadın baktığı pencereyi görmüyor, hatta sokağı da görmüyor. Sanırım gördüğü sadece eskiden bir yolda yürüdüğü. Adam yıllardır "Bırakmalı artık bu sigarayı" diyor kendi kendine. Söylediğine kendi bile inanmasa da. 

Şimdi söyle bana ey yazar;  nasıl yaparız da bütün bunları bir hikayede birleştirebiliriz? İlle de bir olay mı olmalı? Birisi mi ölmeli mesela? Adamın, kadının, çocuğun ve kedinin tanıdığı biri. 

Yoksa kimsenin kimseyi tanımadığı bir hikaye mi olmalı? Herkesin yalnız kendi hikayesine aşina olduğu. 

Neye göre karar veriyorsun buna?

Ekim 13, 2023

Okuyucudan Yazara Gönderilmemiş Bir Yorum (12)

Ucu iyi açılmış tahta bir kalem lazım insana. Çünkü her yerde hikayeler var. Sanki yağmur olup gökten yağıyorlar, yerden buharlaşıyorlar. Olmadı rüzgar olup ciğerlere doluyorlar. Baş edilecek gibi değil.

İnsanlar hikayeleri birbirlerine sokakta yürürken anlatıyorlar, bekleme salonlarında susarak.

En çok da yolculuk yaparken ya da sınav yapılan sessiz sınıflarda oluyor. Çünkü sınav yapılan sessiz sınıflarda, öğretmenler bakarlar çocuklara. Bakarlar ve düşünürler onların geleceğini.

Mesela başını kağıda gömmüş şu küçük oğlanın tenefüste düşüp dizini kanatacağını, asker olup sigaraya başlayacağını ya da ne bileyim çarşıdan iyi paketlenmiş bir dalgınlık alıp eve getireceğini.

Eskiden de mi böyleydi yoksa ben mi daha çok duyar oldum? Neredeyse kaçıyorum hikayelerden. Kulaklarımı tıkıyorum duymamak için, görmemek için gözlerimi kapatıyorum. Bunca çokluğa dayanamıyorum.

Dediğim gibi ucu iyi açılmış bir tahta kalem lazım insana ya da kimseyi yormadan susmayı öğrenmek. Nereden öğrenecekse!

Okuyucudan Yazara Gönderilmemiş Bir Yorum (11)

 "Efsane söylediler ve uykuya daldılar" diyor Hayyam. Keşke ben de böyle sözü yormadan söyleyebilsem, söylemek istediklerimi. Kimselere yük olmasa söylediklerim. "Aldık kabul ettik" denilen bir selam kadar hafif olsa. Ama yine de o selam kadar güç ve umut verse insanlara. Bir pencere açılmış olsa dumanlı odasına. Temiz havayla doldursa ciğerlerini. Beklentisiz olsa söylediklerim, duyunca kimse bir şey yapmak zorunda olmasa.  Sadece işitse, sonra da işine gücüne baksa, unutsa beni.

Eski bir yolu anlatmak istiyorum kaç gündür. Artık yenisi, daha iyisi, daha kısası yapıldığı için kullanılmayan eski bir yolu. Etrafını otlar bürümüş, kıyısında köşesinde börtü böcek gezinmeye başlamış, tozlanmış. Uzun zamandır kullanılmayan bir otobüs durağı var mesela üzerinde. Durağın boyaları solmuş, demirleri pas tutmuş. Yılllar olmuş kimse bir otobüse binmemiş o duraktan. Bir delikanlı ilk iş görüşmesine gitmemiş, bir genç kız sevgilisiyle buluşmamış, bir yaşlı tahta bankına oturup da doktorun eline verdiği kağıtları okuyup, anlamaya çalışmamış. Aslında anlamış anlamasına da, "Hani demiş, belki, belki bir çıkar yolunu bulurum çocukların yüzü düşmesin diye".

Böyle bir yol işte anlatmak istediğim. Artık ihtiyaç duyulmayan, neredeyse unutulmuş bir yol. Ama manzarası hala ilk günkü gibi güzel. Neredeyse, en güzel denecek denecek kadar güzel. İster bir kenarında dostunla otur sevincini, derdini paylaş, istersen arabanda çalan müziğe eşlik edip seni çocukluğuna götürsün. Öyle bir manzara.

İşte o manzarayı hayal etmeyi sana bırakmak istiyorum ey yazar. Çünkü bunu en iyi sen bilirsin. Herkesin yolu da manzarası da başkadır. Herkesin ömründe unutmadığı, unutamayacağı eski bir yolu ve onun her şeyini hatırladığı manzarası vardır. Benim anlatmak istediğim bu değil çünkü. Bu senin işin.

Benim anlatmak istediğim; bir gün, bir yabancının belki yanlışlıkla, belki bir muziplik yapıp, yeni yola değil de eski yola saptığında, o eski yolun neler hissettiğini anlatmak. Doğru anladın, yolun içindekileri anlatmak. Kim bilir o an aklından ve gönlünden neler geçer eski yolun değil mi? Düşünsene, hayal et; sen eski bir yolsun ve bir gün bir yabancı ilk defa sana saptı, senin üzerinde yürüyor. Kendini onun yerine koy.

Evet delik deşik olmuşun, evet durağın eskimiş ve hiç bir otobüs durmuyor artık, evet sende yürümesi de zor. Ama yine de istemez misin; yorulmuş, susamış yolcuna çeşmenden su ikram etmeyi, elini yüzünü şöyle güzelce yıkamayı, ferahlatmayı, üstüne üstlük bir de yüzünü çevirip manzaranı göstermeyi? Ha? İstemez misin? 

Okuyucudan Yazara Gönderilmemiş Bir Yorum (10)

Fabrika bahçesinden idari binaya doğru yürürken çevreme bakıyorum. Üretim alanı, stok alanı, sevkiyat alanı, idari bina.. Her şey yerli yerince, geniş ve düzenli. Zeminde kaliteli beton kullanılmış. Belli ki üzerinde iyi çalışılmış bir proje. Hiç bir detay atlanmamış. Köşede bir yerde metal bir çıkrık görüyorum. Dikkatlice bakınca bunun ağaçların sulanmasında kullanılan plastik hortumlar için olduğunu fark ediyorum. Ona kadar düşünmüşler. Bahçedeki ağaçlar çok güzel büyümüşler. Çamlar, ardıçlar, kamelyalar.. Kim bilir fabrika faaliyetteyken buralarda kimler oturdu, neler konuşuldu. Bir sigara molasında yapılan dedikodular, şikayetler, telefon görüşmeleri, umutlar, hayaller ve hayal kırıklıkları. 

Sahibi Avrupa'da yaşayan yaşlı bir Almanmış. Dünyanın farklı yerlerinde de fabrikaları varmış. Sonra ne olduysa bir gün kızmış herkese ve tası toprağı öylece bırakıp kapatmış bütün fabrikaları. "Aksi bir adamdı" diyorlar. Herkes ne kadar da şaşırmış olmalı buna. Başta çalışanları, müşterileri, tedarikçiler ve - ne anlama geliyorsa hala çözebilmiş değilim- meşhur paydaşları. Adam bildiğin kızmış ve tüm fabrikaları kapatmış. Yıllardır kullanılmadığı için üç dört bekçisi var hepsi bu. Bahçede ayrık otları büyümüş, çimenler bakımsız, sulama çıkrığı paslanmış. 

İdare binaya girince gözlerim odalara kayıyor. Masalar, koltuklar, telefonlar, yazıcılar, kablolar. Camlarda ünvanlar. Hepsi boş. Bomboş. Toplantı odasına giriyoruz. Tıpkı bir düello sahnesindeki gibi herkes bütün soğukkanlılığı ve acımasızlığı ile hızlıca kartlarını çekip birbirini vurmaya çalışıyor. İş dünyasında bir zaman bulunan silahşörler bilir ki; bu önemli bir andır. O an vurdun vurdun, sonrasında paçayı kurtarmak hiç de kolay olmaz. Kartımı çıkarırken paslandığımı farkediyorum. Oysa eskiden ne kadar da hızlı çekerdim. Aslında paslanmak da değil de isteksizlik benimkisi. Daha doğrusu umursamazlık. Zaten toplantıya da Nuri Bilge Ceylan gibi mavi montumla geldim. Sabah evden çıkarken gardrobu açtım, lacivert takımıma baktım baktım ama elim gitmedi nedense. Kot pantolonumu ve mavi montumu çektim çıktım evden. Kartımı da yanıma almasam tam olacaktı ama demek ki hala içimde bir şeyler kalmış bu dünyadan. 


Toplantı odasında yaşlı ve aksi Alman'ın avukatı bize sunum yapıyor. Evet! Adam eşyaların üzerindeki onca toza rağmen bütün ciddiyeti ile bize powerpoint sunum yapıyor. "Belki de" diyorum "bu canına yandığımın dünyasının canı bu powerpoint sunumda. O çıkmadan canı çıkmıyor". Hayretle dinliyorum adamı. Almancası varmış, bize öyle söylüyor. Almancası varmış ama konuşurken ingilizceye benzer kelimeler kullanıyor. "Koopere değildi" diyor, "Core business" diyor, "IFQ" diyor. Benim hayretim bir kat daha artıyor. İçimden adam yanı zamanda plaza dili biliyor diyorum. Yaptığım espriye yine içimden kendi kendime gülüyorum. Adam anlatmaya devam ediyor.

Çıkışta güvenlikçiler bize yüzlerinde sahte bir gülüşle "İyi günler efendim" diyor. Rahatsız oluyorum. Yemekte Avukat Bey - üç dil bilen avukat bey yani- ağzındaki baklayı ağzından çıkarıyor. "Tabi sizin kararınız ama devralmanız halinde, halen çalışan güvenlikçi arkadaşların da kıdem tazminatlarını ödemek yerinde olur" diyor. Güvenlikçinin gülüşü kafamda tekrar canlanıyor. Ayrılıyoruz. 

Arabada tek başımayım. Ofisime gidiyorum. Radyoda İlhan İrem. "O zamansız zamanlarda" diyor, "Eğri büğrü sevdalarda" , "Sürgün gibi masallarda" diyor. Kırmızı ışıkta birden gözüme yan apartmanın iki ya da dördüncü katının balkonunda, tek başına sigara içen kadın ilişiyor. Kötü bir sarıya boyanmış saçları var. Bir tabureye oturmuş olmalı çünkü sadece başı görünüyor. Sigara içerken birden odanın kapısını açıp başını odaya doğru çeviriyor. Belki bir ses duydu, belki birinin ona seslendiğini duydu. Sonra oturduğu yerden kapıyı kapatıp, tekrar sigarasını içmeye başlıyor. Kadın avukata benzemiyor. Muhtemelen sadece tek bir dil biliyor. Sigarasından öyle bir nefes çekiyor ki, onun bildiği bu tek dili sadece o biliyor bile olabilir. Hangisi daha iyi acaba diyorum. Başkalarıyla konuşabildiğin üç dil bilmek mi yoksa senden başka kimsenin bilmediği bir tek bilmek mi?

Ofisime girer girmez dünyanın kirini pasını üzerimden atar gibi montu çıkarıp atıyorum üzerimden. Asmak aklıma bile gelmiyor. Dağınık kalacaksa kalsın diyorum. Umurumda değil. Hemen masamın yanındaki ortancamın yanına gidiyorum. Üç güzel çiçeği var artık onun. "Kızlaaaaaarrr" diye sesleniyorum ortancamın üç çiçeğine. "Kızlar nasılsınız bakalım bugün." İçime sevinç doluyor. Sonra yan odaya geçip tül kuşkonmazıma bakıyorum. Oda büyüdü bri genç kız oldu artık. Eğilip usulca öpüyorum kuşkonmazımı. Bir şey demiyor ama şaşırdığı her halinden belli. Çünkü onu ilk defa öpüyorum. 

Sonra bekleyen onca rapor, teklif, analiz ve mail varken oturup sana yazıyorum ey yazar. Ve soruyorum sana; bunca şey içinden hangisinden bahsetmeli yazarken? Ortabcanın çiçeklerinden mi? Taburede sigara içen kadından mı? Üç dil bile avukattan mı? Yoksa "Başlarım size de, işinize de diyip tüm dünyadaki fabrikalarını kapatan, yaşlı ve aksi Almandan mı? Bir yazar nasıl seçer yazacağı konuyu?

Okuyucudan Yazara Gönderilmemiş Bir Yorum (9)

Bir şey sızıyor içimize. Tüm o koşturmacaların, amaçların, hedeflerin, hayallerin, "az kaldı"ların, "şunu da bir halledeyim"lerin", "yarına dinç uyanmalıyım"ların, "başardım"ların, "neredeyse başaracaktım"ların, "ben sana döneceğim" lerin, "tam da ben seni arayacaktım" ların, "hayırsız ben aramasam arayacağın yok"ların, "çocuklar da büyüyor" dünyasından, bir şey sızıyor içimize. 

Dile getirilmiyor ama bir şey sızıyor içimize.

Neyse artık o sızan şey, birikiyor içimizde. Birikiyor gitgide.

Bir ırmak gibi dolanıyor, akıyor içimizde. 

Çıkacak bir yer bulamıyor. Akıyor içimizde. 

Birikiyor. 

Sızıyor.

Sen de mi bu yüzden yazıyorsun sevgili yazar?