Ekim 13, 2023

Okuyucudan Yazara Gönderilmemiş Bir Yorum (10)

Fabrika bahçesinden idari binaya doğru yürürken çevreme bakıyorum. Üretim alanı, stok alanı, sevkiyat alanı, idari bina.. Her şey yerli yerince, geniş ve düzenli. Zeminde kaliteli beton kullanılmış. Belli ki üzerinde iyi çalışılmış bir proje. Hiç bir detay atlanmamış. Köşede bir yerde metal bir çıkrık görüyorum. Dikkatlice bakınca bunun ağaçların sulanmasında kullanılan plastik hortumlar için olduğunu fark ediyorum. Ona kadar düşünmüşler. Bahçedeki ağaçlar çok güzel büyümüşler. Çamlar, ardıçlar, kamelyalar.. Kim bilir fabrika faaliyetteyken buralarda kimler oturdu, neler konuşuldu. Bir sigara molasında yapılan dedikodular, şikayetler, telefon görüşmeleri, umutlar, hayaller ve hayal kırıklıkları. 

Sahibi Avrupa'da yaşayan yaşlı bir Almanmış. Dünyanın farklı yerlerinde de fabrikaları varmış. Sonra ne olduysa bir gün kızmış herkese ve tası toprağı öylece bırakıp kapatmış bütün fabrikaları. "Aksi bir adamdı" diyorlar. Herkes ne kadar da şaşırmış olmalı buna. Başta çalışanları, müşterileri, tedarikçiler ve - ne anlama geliyorsa hala çözebilmiş değilim- meşhur paydaşları. Adam bildiğin kızmış ve tüm fabrikaları kapatmış. Yıllardır kullanılmadığı için üç dört bekçisi var hepsi bu. Bahçede ayrık otları büyümüş, çimenler bakımsız, sulama çıkrığı paslanmış. 

İdare binaya girince gözlerim odalara kayıyor. Masalar, koltuklar, telefonlar, yazıcılar, kablolar. Camlarda ünvanlar. Hepsi boş. Bomboş. Toplantı odasına giriyoruz. Tıpkı bir düello sahnesindeki gibi herkes bütün soğukkanlılığı ve acımasızlığı ile hızlıca kartlarını çekip birbirini vurmaya çalışıyor. İş dünyasında bir zaman bulunan silahşörler bilir ki; bu önemli bir andır. O an vurdun vurdun, sonrasında paçayı kurtarmak hiç de kolay olmaz. Kartımı çıkarırken paslandığımı farkediyorum. Oysa eskiden ne kadar da hızlı çekerdim. Aslında paslanmak da değil de isteksizlik benimkisi. Daha doğrusu umursamazlık. Zaten toplantıya da Nuri Bilge Ceylan gibi mavi montumla geldim. Sabah evden çıkarken gardrobu açtım, lacivert takımıma baktım baktım ama elim gitmedi nedense. Kot pantolonumu ve mavi montumu çektim çıktım evden. Kartımı da yanıma almasam tam olacaktı ama demek ki hala içimde bir şeyler kalmış bu dünyadan. 


Toplantı odasında yaşlı ve aksi Alman'ın avukatı bize sunum yapıyor. Evet! Adam eşyaların üzerindeki onca toza rağmen bütün ciddiyeti ile bize powerpoint sunum yapıyor. "Belki de" diyorum "bu canına yandığımın dünyasının canı bu powerpoint sunumda. O çıkmadan canı çıkmıyor". Hayretle dinliyorum adamı. Almancası varmış, bize öyle söylüyor. Almancası varmış ama konuşurken ingilizceye benzer kelimeler kullanıyor. "Koopere değildi" diyor, "Core business" diyor, "IFQ" diyor. Benim hayretim bir kat daha artıyor. İçimden adam yanı zamanda plaza dili biliyor diyorum. Yaptığım espriye yine içimden kendi kendime gülüyorum. Adam anlatmaya devam ediyor.

Çıkışta güvenlikçiler bize yüzlerinde sahte bir gülüşle "İyi günler efendim" diyor. Rahatsız oluyorum. Yemekte Avukat Bey - üç dil bilen avukat bey yani- ağzındaki baklayı ağzından çıkarıyor. "Tabi sizin kararınız ama devralmanız halinde, halen çalışan güvenlikçi arkadaşların da kıdem tazminatlarını ödemek yerinde olur" diyor. Güvenlikçinin gülüşü kafamda tekrar canlanıyor. Ayrılıyoruz. 

Arabada tek başımayım. Ofisime gidiyorum. Radyoda İlhan İrem. "O zamansız zamanlarda" diyor, "Eğri büğrü sevdalarda" , "Sürgün gibi masallarda" diyor. Kırmızı ışıkta birden gözüme yan apartmanın iki ya da dördüncü katının balkonunda, tek başına sigara içen kadın ilişiyor. Kötü bir sarıya boyanmış saçları var. Bir tabureye oturmuş olmalı çünkü sadece başı görünüyor. Sigara içerken birden odanın kapısını açıp başını odaya doğru çeviriyor. Belki bir ses duydu, belki birinin ona seslendiğini duydu. Sonra oturduğu yerden kapıyı kapatıp, tekrar sigarasını içmeye başlıyor. Kadın avukata benzemiyor. Muhtemelen sadece tek bir dil biliyor. Sigarasından öyle bir nefes çekiyor ki, onun bildiği bu tek dili sadece o biliyor bile olabilir. Hangisi daha iyi acaba diyorum. Başkalarıyla konuşabildiğin üç dil bilmek mi yoksa senden başka kimsenin bilmediği bir tek bilmek mi?

Ofisime girer girmez dünyanın kirini pasını üzerimden atar gibi montu çıkarıp atıyorum üzerimden. Asmak aklıma bile gelmiyor. Dağınık kalacaksa kalsın diyorum. Umurumda değil. Hemen masamın yanındaki ortancamın yanına gidiyorum. Üç güzel çiçeği var artık onun. "Kızlaaaaaarrr" diye sesleniyorum ortancamın üç çiçeğine. "Kızlar nasılsınız bakalım bugün." İçime sevinç doluyor. Sonra yan odaya geçip tül kuşkonmazıma bakıyorum. Oda büyüdü bri genç kız oldu artık. Eğilip usulca öpüyorum kuşkonmazımı. Bir şey demiyor ama şaşırdığı her halinden belli. Çünkü onu ilk defa öpüyorum. 

Sonra bekleyen onca rapor, teklif, analiz ve mail varken oturup sana yazıyorum ey yazar. Ve soruyorum sana; bunca şey içinden hangisinden bahsetmeli yazarken? Ortabcanın çiçeklerinden mi? Taburede sigara içen kadından mı? Üç dil bile avukattan mı? Yoksa "Başlarım size de, işinize de diyip tüm dünyadaki fabrikalarını kapatan, yaşlı ve aksi Almandan mı? Bir yazar nasıl seçer yazacağı konuyu?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder