Yazdıklarını okumayı seviyorum. Daha çok yazmanı isterdim. Ama sen az az yazıyorsun. Tam olarak kelimelere dökmüyorsun söylemek istediklerini. Hani çok uzun anlatmak gerekiyormuş da, sadece ima ile geçmişin gibi.
Bu durum hoşuma gidiyor. Hem daha çok tanımak istiyorum seni, hem de "iyi ki az tanıyorum" diyorum. Böylece seni istediğim gibi düşünebiliyorum.
Bazen bir kaç defa okuduğum oluyor yazdıklarını. Günler sonra okuduğum, okumak için beklettiğim ya da alelacele okuduğum oluyor. Senin yazdığın gibi okuyorum ben de.
Düşüncelerimde gülümsemelerinin bana kadar ulaştığı oluyor, pişmanlıklarını hissettiğim. Belki de okuduklarımda sadece kendimi görüyorumdur. Bilmiyorum ama seni okumayı seviyorum.
Yaşarken sevdiğin şarkılar, altını çizdiğin kitaplar olmuş; başardığın işler, kaybolduğun yollar. Yazdıklarından az çok tahmin edebiliyorum bunları. Gelecekte de yaşanabilir yaşadıklarının aynıları. Hatta gelecek tüm sessizliği ile önümüzde durmasa, sorabilirdik bile ona.
Bir saniye!
Şüpheye düştüm...
Lafın gelişi "sorabilirdik" dedim ama sanırım sormak istemezdik. Evet bu cümleyi düzeltmem gerek; "İstemezdik" Neden bilelim ki gelecekte neler olacağını? Ne işimize yarar ki?
(Unutmadan şunu da söylemem lazım: Yazdıkların benim için, dost bir ruhla sohbet gibi. Bu önemli.)
Kelimelerini cam şişeye koyup denize atan herkes, elbette o şişeyi kimin bulduğunu bilmek ister. En doğal hakkıdır da bu.
Ama çok ilginç bir çelişkiyle, istemez de! Bilirse, artık yazamayacağından korkar. Artık yazamayacak olmaktan neden korkulur bunu sen benden daha iyi bilirsin. İzah etmeme gerek yok.
O yüzden sen yine okuyanın kim olduğunu bilmeden yazmaya devam et.
Ben de sessizlik içinde okumaya devam edeceğim.
Anlaştığımız gibi.